Danganronpa/Zero Bölüm 5

2577f2d47df7a876d0e3b3a3e94c8ceb

Eeeaahhhh……
Zzzzzzzzzz…
Zzzzzzzzzzzzzzzzz……AAAAAAAAHHH!

Derimin acımasızca çekilmesiyle ani bir acı hissederek bir anda uyandım, ve elinde vakum lastiklerine bağlı olan birbirine girmiş kabloları tutan bir erkek gördüm. Kalbim hemen küt küt atmaya başladı.

“Ah! Matsuda-kun, değil mi? Değil mi!?”

Vakit kaybetmeden, hemen üstüne atladım, fakat bir matador gibi çabucak kenara çekildi. Sanki çizgifilmdeki Road Runner’ın kandırdığı Coyote’ymişim gibi kafam duvara tosladı. Başımın etrafında dönen yıldızları görebiliyordum.

“Üff, üfff ya… Neden benden kaçıyorsun…?”

“Çünkü yüzün şişmiş.”

“B…Bir kıza öylece yüzün şişmiş diyemezsin…!”, titrek bacaklarımı çevirip masalardan birinin üzerinde bulduğum bir aynaya göz attım. Yüzüm madeni para büyüklüklüğünde ufak morumsu beneklerle doluydu… Gerçekten de şişmiş görünüyordu.

“A…Ama, hepsi sen o vakum lastiklerini yüzümden bir anda çektiğin için oldu, Matsuda-kun!”

“Acelem vardı.”

“Ha, burada da yapsan benim için sorun değil!”

“………Acelemin sebebi tuvalete girmem gerektiği için falan değil.”

“Elbette, benim hatam! Matsuda-kun’un tuvalete girmesine hiç gerek yoktur zaten!”

“Sen benim ne olduğumu düşünüyorsun acaba, Suratsız?”

“İnsan tarihinin şahit olduğu en yüce varlıksın elbette!”

“Saçma sapan hayallerine beni katma lütfen…”, Matsuda-kun sanki pes ediyormuş gibi, derin bir nefes alıp verdi. “Bu kadarı yeter. Seninle konuşmaya devam edersem, ben de kafadan çatlak birine dönüşeceğim.” Servis masasını toparlamaya başladı. “Neyse, bugün yapacak başka işlerim var. Evine git, hemen.”

“Ne? Ama nedeeeen!?” Doğal olarak, önerisine bütün gücümle itiraz ettim. “Gitmek istemiyorum! Gidersem yalnız kalırım!”

“Cidden, çok sinir bozucu bir kızsın…” Matsuda-kun gözlerini kıstı ve yavaşça yüzüme doğru yaklaştı. İki tarafımdan omuzlarımı nazikçe tuttu.
“Kapa gözlerini.”

“……Ne?”

“Dediğimi yap, kapa işte.”

Kalbim Matsuda-kun’un bana yaşlaşmasıyla aynı ritimde atarken, dediğini yaptım ve gözlerimi kapadım. Bedenimin tamamı yanıyordu. Sanki eriyecektim. Kulaklarımın arkasındaki damarlar şiddetle atıyordu. Bu durum sadece tek bir anlama gelebilirdi, değil mi?! Çok kötü bir klişeydi, ama başka ne olabilirdi ki?!
Öyle, değil mi? Öyle işte!

Bu arada, olacağını umduğum şey kalbimi bom bom bom diye gümbürdetiyordu, Matsuda-kun’un arkama geçtiğini hissettim. Ne planladığını anlayamadan, beni öne doğru itmeye başladı. Gözlerimi açtığımda, odadan dışarı atılmıştım.

“Aah!”

Matsuda-kun’un beni itmesinin etkisiyle yere düştüm. Şansıma giydiğim iç çamaşırım temizdi.

“Bir sonraki tedavi üç gün sonra. Uslu bir kız ol ve odandan çıkma. Gereksiz yürüyüşler yapmaya kalkışma sakın.”, yerden bile kalkamamıştım ki Matsuda-kun bunları söyledi ve kapıyı çarparak yüzüme kapadı.

“Uuuu… Beni kandırdı…”

Omuzlarım düşmüştü, fakat elimden bir şey gelmeyeceği için, başım önüme eğilmiş halde nöroloji laboratuvarından ayrıldım. Biyoloji binasından çıktığımda, ilk yaptığım şey not defterime bakmak oldu. Yurtlara gitmem gerekiyordu, ama nerede olduğunu unuttuğum için bir taraftan yürürken bir taraftan da “Ryouko Otonashi’nin Hafıza Defteri”ni kurcaladım. Sonunda, kendi başıma çizdiğim okulun haritasını buldum. Sanırım şu an notlarımı detaylıca gözden geçirmek ve Umudun Zirvesi Akademisi’ni tam olarak betimlemek için iyi bir zaman olabilir.

Başlıyoruz.

Haritama göre, Umudun Zirvesi Akademisi’nin kampüsü büyük bir elmas şeklindeydi. Dört bölgeye ayrılmıştı – Doğu, Batı, Güney ve Kuzey, her bölge normal bir liseye eş değer alan kaplıyordu. Doğu bölgesi – şu an yürümekte olduğum kısım – ana okulun kullandığı binaları ve tesisleri içerdiğinden akademinin kalbi sayılırdı. Binaların çoğunun inşası halen devam ediyordu, ama çeşitli alanlarda bazı görkemli, insanı imrendiren araştırma binaları vardı, Matsuda-kun’un Biyoloji Binası gibi. Buna ek olarak, ayrıca öğrencilerin girmesinin yasak olduğu personel binası da bu bölgedeydi.

Sonra batı bölgesi vardı. Görünüşe göre hazırlık okuluna ait binalar ve tesisler buradaydı, ama sanırım buraya hiç uğramamıştım. Ne yazık ki, burası ile ilgili not defterimde pek bir şey yazılı değildi.

Güney bölgesi Umudun Zirvesi Akademisi’nin öğrenci yurtlarının yer aldığı yerdi. Buna ek olarak, bir market, bir kitabevi, ve öğrencilerin ihtiyaç duyacağı malzemeleri alabilecekleri birkaç diğer dükkan daha vardı. Bu arada, görünüşe göre sadece ana okula bağlı öğrenciler yurtlarda kalma hakkına sahipti, ve bu da para bile gerektirmeyen özel bir avantajdı.

Ve şu an boş olan kuzey bölgesi. Orada bulunan tek bina eski okul binasıydı, ki o da kısa bir süre önceye kadar kullanılıyordu. Şu an için orası gözardı edilmişti, haliyle giriş yasaktı. Diğer bir deyişle, söylenecek pek bir şey yoktu.

Ve son olarak, kampüsün tam ortasında, dört bölge ile çevrilmiş olan, “merkezi plaza” – ağaçlarla çevrili park gibi geniş bir alan. Genelde öğrencilerin dinlenme amacıyla kullandığı bir yerdi, fakat görünüşe göre buraya giriş akşam 10 ve sabah 7 saatleri arasında yasaktı. Yani, ben de gecenin bir yarısı burada yürümeyi planlamıyorum, bu yüzden benimle bir alakası yok bu yasağın.

…Ve bilgiyle dolup taşan el çizimi harita sağolsun, kaybolmadan yurtlara ulaşabildim. Sonra da, koridorda beni görüp yanımdan geçerken selam vermeye çalışan öğrencileri görmezden gelerek, direkt odama yöneldim.

İçeri girdiğimde, her tarafta “Bu benim odam” yazılı yapışkan notlarla karşılaştım. Evet, şühpeye gerek yok, burası benim odamdı! Bu önemli gerçeği doğruladıktan sonra, kapı önünde durup bir süre boşluğa dalıverdim. Ama, ne kadar çabalarsam çabalayayım yapmak istediğim herhangi bir şey aklıma gelmedi, bu nedenle, ben de direkt yatağıma yığıldım. Bununla beraber, görünüşe göre bu öğlen başka bir yerde kestirmiştim, çünkü bir türlü uykuya dalamadım.

Mecburen, biraz zaman öldürmeye karar verdim. Benim için bu tek bir şey demekti. “Ryouko Otonashi’nin Hafıza Defteri”ni çıkardım ve, yatakta uzanmaya devam ederek, sayfaları karıştırmaya başladım.

Not defterinde yazılı olan her şey kesindi, itirazı olmayan gerçeklerdi, ama hiçbirini hatırlayamıyordum. Diğer bir deyişle, sanki kendim hakkında kurgusal olmayan bir kitap okuyor gibiydim. Kendi geçmişime hayal kurarak tanık olma heyecanı sadece benim gibi unutkan birinin keyif alabileceği türden şaşırtıcı bir eğlence biçimiydi.

Matsuda-kun’la konuştuğum ve onun bana anlattığı şeyler hakkında da yazdıklarımı okudum. Defterin çoğu Matsuda-kun hakkındaydı, ama zaten bunu bu kadar eğlenceli kılan şey de tam olarak buydu. Bir süre sonra, defterimin sayfalarını karıştırırken gözlerim tek bir sayfaya takıldı.

Sayfa bir erkeğin yüzünün kabataslak çizimleriyle doluydu. Kalp atışım… olması gerektiği kadar hızlı değildi ama yavaşça hızı artmaya başladı.

Büyük ihtimalle Matsuda-kun’un resimleriydi. Ama, kalbim o kadar da hızlı atmadığından, muhtemelen ona çok de benzeyen çizimler değildi. Belki çizimler üzerinde biraz düzeltme yapmalıydım?

“Hmmm… Burun hiç olmamış. Yok, belki de gözlerde sorun vardır…?”

Matsuda-kun’un yüzünü tam olarak hatırlayamıyordum, ama çizimleri elden geçirirken kalp atışımı ölçüt aldım ve özenle uğraştım. Muhtemelen bomba imha ekipleri mayın aradıkları zaman böyle hissediyor olmalıydılar. Yo, sanırım bundan biraz daha farklıydı.

Ve böylece, resimle biraz karalama yaptıktan sonra, kalbimin eskisinden biraz daha hızlı çarpmaya başladığını farkettim.

“Sonunda oldu…”, sırıtmama engel olamıyordum. Eğer çizim üzerinde biraz daha oynama yaparsam, eminim bir süre sonra tamamen Matsuda-kun’a benzeyecekti. Muhtemelen daha önce de aynı şeyi yapmıştım — ama hatırlayamıyordum. Bu çizimler üzerinde uğraşmak bütün konsantrasyonumu gerektirdiğinden, çok uzun süre devam edemedim. Yorulmuştum, not defterimi yastığımın yanına koydum, ve dönüp sırtüstü uzandım. Sonra fısıldamaya başladım.

…Matsuda-kun’la buluşmak istiyorum. Matsuda-kun’la buluşmak istiyorum. Matsuda-kun’la buluşmak istiyorum.

Elimden gelen tek şey buydu. Şu an, yapabileceğim tek şey kalbimin derinliklerinde Matsuda-kun ile buluşmayı ne kadar çok istediğimi fısıldamaktı. Düşünebildiğim başka hiçbir şey yoktu. Yapabildiğim hiçbir şey yoktu. Yapmam gereken hiçbir şey yoktu. Sonuçta, başka hiçbir şey hatırlayamıyordum. Ailemi veya sınıf arkadaşlarımı bile. Benim için, bütün bu insanlar ve yaptıkları şeyler sanki sıkıcı bir sahne gösterisini kenardan izlemekten farksızdı. Onlara gerçekten insanlarmış gibi bakamıyordum. Onlarla aynı dünyada yaşadığımı bile düşünmüyordum. Gürültülü sınıflar, ter kokan beden eğitimi dersleri, neşeli yemek vakitleri, kulüp aktivitelerinden sonra birlikte bir şeyler yemeye gitmeler, yerde oturup arkadaşlarla sohbet etmeler, aile ile yapılan can sıkıcı konuşmalar… Bunlardan mahrum kaldığım için kıskançlık veya pişmanlık duymuyordum. Bu tarz şeylerin benimle bir akalası yoktu, hepsi bu.

Fakat, bu dünyadan tamamen kopmamı engelleyen tek varlık… Matsuda-kun’du.

Ve bu nedenle ondan başka hiçbir şey düşünemiyordum.

Bir saniyeliğine bile olsa başka bir şey düşünmek için ara bile vermiyordum. Matsuda-kun’la buluşmak istiyordum. Matsuda-kun’la buluşmak istiyordum.
Matsuda-kun’la bulu–Şırrrt.

Garip bir ses duydum, ve aklım başıma geldi. Yattığım yerden kalktım ve kapının altından sokuşturulmış bir mektup buldum.

“Matsuda-kun’dan geldi kesin!”

Mantığımın elverdiği karar buydu, fırlayıp zarfı kaptım ve hızla içindeki mektubu çıkardım.

“Sevgili Bayan Süper Liseli Zavallı Unutkan Kız, büyük titizlikle kaydettiğin o çok değerli “geçmiş anılarının” hepsini ele geçirdim.
O kadar çok ki, ve hepsi de Yasuke Matsuda ile geçmişini anlatan kayıtlar.
Geçmişinin tamamı bu, değil mi?
Değil mi, ha? Değil mi?
Bu arada, eğer yalan söylediğimi düşünüyorsan, yatağının altına bakabilirsin.
Bütün “anılarını” sakladığın yer orası, ama şu an bir tane bile yok, neden acaba?.
Çünkü hepsini ben aldım.
Şimdi, ana konumuza dönelim.
Eğer “anılarını” geri istiyorsan, bu gece saat 1’de merkezi plazadaki fıskiyenin oraya gel.
Yalnız gel, tek başına.
Arayabileceğin kimsen yok nasılsa, değil mi?
Önemi yok zaten.
Hepsi bu kadar, şimdilik. Anlayışın için teşekkürler. Senden güzel haberler bekliyorum.”

Mektubu okumayı bitirdiğimde, bedenim kaskatı kesildi.
Kaskatı kesildi ve buna rağmen bir tabağın üstündeki jöle gibi titreşmeye başladı. Diğer bir deyişle, sinirlerim o kadar bozulmuştu ki biraz önce yüzümdeki gülümseme moduma uyuyordu.

…Bu bir tehdit mi?
…Neler oluyor?
…Anlamıyorum…

Fakat bu, öyle birkaç soru cümlesiyle halledilebilecek bir sorun değildi. Önce, mektupta yazıldığı gibi yatağın altını kontrol etmeliydim! Aceleyle yatağın altına baktığımda, orada bir şey bulamadım. Doğrusunu söylemek gerekirse, oraya eski not defterlerimi koyduğumu bile hatırlamıyordum, ama eğer öyle bir şey yaptıysam, Matsuda-kun’la ilgili bütün anılarım çalınmış demekti, ve bu korkunç bir şeydi! Bu demek oluyordu ki, şu an elimde tuttuğum not defterimden başka bir şeyim kalmamıştı.

…Elimde kalan sadece bu mu? Sadece bir tanecik defter?
…15 yıllık anıların hepsi şimdi bu defterin içindekilerden mi ibaret yani?

Aniden, üzerime garip bir his çöktü. Bir şeyi kaybetme hissi dedikleri şey bu muydu yoksa? Şimdiye kadar, unutkanlıkla boğuşan benim için çok yabancı bir histi bu. Eminim ufak yaralarıyla yaşamak zorunda olan insanlar her zaman için belli bir miktar acıya katlanmaya alışıyorlardır, fakat bu benim için geçerli değildi. Şu an hissettiğim acıyla nasıl baş edebileceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu.

Şu an için sadece sinirliydim.

“Kim… Kim bana böyle saçma bir şaka yapar ki…?”

Sesim gergim ve titrekti, mektubu elimin içinde farkında olmadan buruşturmuştum.

“Ni…Niye…? Neden…?”

Öfkemin düşüncelerimi ele geçirmesine izin verdim — belki de, Matsuda-kun’la benim aşkımızı bölmeye çalışan şıllığın tekinin işiydi bu. Matsuda-kun çok yakışıklı ve karizmatik biri, kızların çoğunun onun peşinde olması çok normal! Bizim aşkımız bu tarz kızlara batmıştır kesin, galiba içlerinden biri son çare olarak böyle bir tehdide yönelmiş olmalı. Benim anılarımı rehin aldı, ve sanırım davetine cevap verdiğimde bana da bir şey yapacak. Bu kız kesin kaşarın biri! Öfkem kaynama noktasına ulaştı ve Etna Dağı gibi püskürmek üzereydi — ama patlamadım.

“Hmmm…”

Görünüşe göre doğru dürüst nasıl kızılacağını bile unutmuştum.

Ama, bu çok normaldi. Benim gibi dünyayla ilişkisi olmayan biri için öfkelenme gibi bir his çok yabancı bir duyguydu. Bu yüzden, nasıl tepki göstereceğimi bilmiyordum. Galiba, sadece hayalinde beliren bir şeyi düşünüp de öfkelenmek yeterince etkili olmuyor. Yine de, sinirimi atamadığım için, öfkem hızla yatıştı.

“Galiba mektubun dediğini yapsam iyi olur, çok dert etmeye gerek yok.”

Tamamen sakinleştikten sonra, yatağıma uzandım ve buluşma saatine kadar bekledim. Mektubu tekrar tekrar okuyarak, ne için o saate kadar beklemem gerektiğini unutmamaya çalıştım. Ve sonra, buluşma saati yaklaştığında…

“…Umarım kavga etmek zorunda kalmayız. Herhangi bir sorun çıkmaz, değil mi?”, gibi moral bozucu düşüncelerle odamdan çıktım.

“Umm… Merkezi plazaya gitmem gerekiyordu, değil mi?”

Bir taraftan “Ryouko Otonashi’nin Hafıza Defteri”ni kontrol ederek kaldırımda ağır adımlarla yürüdüm.

Gece olmuştu. Herkes uyuyordu. Bu gece, dışarıda dolanan tek kişi bendim. Etrafta benden başka kimseyi göremedim. İnsan olmayan şeylerin varlıklarını sezdim, ama bunun hakkında çok fazla düşünmesem daha iyi olurdu. Doğrusu, odama geri dönme fikrini birkaç kez aklımdan geçirdim, fakat anılarımın çalınmış olması hoşuma gitmemişti, bu yüzden ayaklarım gönülsüzce de olsa beni götürüyordu.

Bir süre yürüdükten sonra, demir parmaklılarla çevrilmiş olan bir yere geldim. Yürüdüğüm yol üzerinde gideceğim yere girişi engellemek için kurulmuştu. Not defterime göre, merkezi plazaya giriş akşamüstü 10 ve sabah 7 saatleri arasında yasaktı, bu demir parmaklıklar da bu yüzden buraya kurulmuştu. Başka bir deyişle, eğer bu parmaklıkları aşamazsam, buluşma yerine ulaşamayacaktım. Bu sefer, geri dönmeyi cidden düşündüm, ama son anda kesin karar vererek parmaklıklara tırmanmaya başladım. Bir süre sonra, bir şekilde parmaklıkların diğer tarafındaki çimenlerin üstündeydim. Merkezi plazada yürümeye başladım, mektupta bahsedilen fıskiyeyi arıyordum.

Etraf öncesine göre zifiri karanlıktı. Okulun bu kısmının büyük ağaçlarla çevrili olmasından dolayıydı muhtemelen. Güneş ışınları altında genelde yemyeşil ışıldayan ağaçlarla, yızdızsız bu gecede plazayı zifiri karanlığa boyayan ağaçlar aynı ağaçlardı. Karanlıkta bir süre daha yürümeye devam ettim, ta ki, görüş alanım aniden genişleyene kadar.

Önümde ufak bir meydan vardı. Ortasında tek bir sokak lambası duruyor, ve etrafını nispeten aydınlatıyordu. Lambanın yanında, aramakta olduğum fıskiyeyi görebiliyordum. İçinden tatlı tatlı sıçrayan su, dinlendirici bir ses çıkarıyordu. Bilinçaltım varış noktama ulaştığımı anladığında, gerginliğim arttı.

Çok tedbirli bir şekilde fıskiyeye doğru yavaşça adım attım, ama bir kaç adım sonra olduğum yerde durdum.

Fıskiyenin diğer tarafında birini görebiliyordum.

Ağaçların gölgesinden dolayı bir tarafı gözetleyen gövdesinin sadece üst kısmını görebiliyordum, ama bir adamın sırtına baktığım barizdi.

“Um, afedersiniz…”, Sesimi cesurca yükselttim, fakat cevap gelmedi.

…Galiba biraz daha yaklaşsam iyi olur diye düşündüm.

Ayağımın altındaki yapraklar hışırdıyordu. Yine de, adam çıkardığım sesleri farketmemiş olmalı ki, herhangi bir tepki vermedi. Yürümeye devam ettim ve sesimi tekrar yükselttim.

“Um… Beni buraya çağıran siz miydiniz?”

Yine, cevap yoktu.

Beni… duymamış olamaz, değil mi?

Bedenim ağırlaştı. İçimde büyüyen bir korku hissi omuzlarımı aşağı doğru bastırıyordu sanki. Sımsıkı yumruk haline getirmiş olduğum ellerimin bir anda ter içinde kaldığını farkettim. Buna rağmen, gizemin cazibesi beni ileriye itekliyordu, ve önümdeki belli belirsiz silüet gitgide daha da belirginleşiyordu.

Takım elbise giymiş olan bir adamdı. Saçları beyaz ve boynu bir çok derin kırışıklıkla kaplıydı.

Aniden, rüzgar esmeye başladı.

Vuuuv, vuuuv.
Vuuuv, vuuuv.

Adamın bedeni rüzgarın etkisiyle hafifçe sallandı.

Vücudumun her yerinde soğuk bir ürperti hissettim. Sanki birisi buz gibi eliyle enseme dokunmuştu. Kafamın içinde bir sesin bana durup geri dönmem için ürkekçe bağırdığını duydum, ama adama yaklaşıp yüzüne bakmam için ayaklarım kendi kendine hareket ediyordu.

Gözlerimiz kesişti.

Adamın göz yuvalarından kan çanağına dönmüş kıpkırmızı pörtlemiş gözlerini gördüm.

Suratı solgundu, ve gözündeki kanlanmış damarlar ürkütücü bir şekil oluşturmuştu. Ağzından dışarı sarkan ve bir kokuşmuş bir deniz salyangozunu andıran dili, ensesine doğru uzanıyordu.

Ayakları yere değmiyordu.

Boynuna bağlı olan bir halatla asılmıştı.

O halat şimdi rüzgarda hafifçe sallanıyordu.

Öyle bir manzaraydı ki, sadece şahit olmak bile, bedeninizdeki bütün ısıyı söküp alabilirdi — ama şu an defterimi hiç süslü açıklamalarla doldurma zamanı değildi! Buradan uzaklaşmalıydım! Bunun benimle bir ilgisi yoktu!

Dıp. Dıp.

Ama, gözlerim o garip sesin geldiği noktaya çevrildi. Adamın ayakuçlarından yere düşen damlalar yerde ufak bir birikinti oluşturuyordu.

Nedense o birikintinin içinde bir not defteri duruyordu.

Defteri gördüğüm an, beynimden vurulmuşa döndüm. Defterin ön kapağında, bulanıklaşmış ama açık şekilde seçilebilen harflerle “Ryouko Otonashi’nin Hafıza Defteri” yazılıydı.

Yorum bırakın